25 Temmuz 2011 Pazartesi

Teorisyen Hekim

"Birden, ferahlama gibi bir his duydunuz mu? Kanama böyle bir his verir de insana..."
Oysa h'iç' kanama geçirmemişti doktor.

12 Şubat 2011 Cumartesi

Afyon Savunması

"Sayın yasamacı beyefendi,

Temmuz 1917 kararnamesiyle süslenen 1916 yasasını çıkartan beyefendi, sen bir salaksın.Çıkardığın yasa ulusun uyuşturucu bağımlılığı oranında bir azalma yaratmaksızın, sadece eczacılığa dünya çapında zarar vermeye yaradı, çünkü:

1. ihtiyacını eczaneden temin eden bağımlı sayısı çok azdır;

2. gerçek bağımlılar ihtiyaçlarını eczaneden temin etmezler;

3. ihtiyaçlarını eczaneden temin eden bağımlıların hepsi hastadır;

4. gönüllü bağımlılara göre hasta bağımlıların sayısı çok daha düşüktür;

5. eczanelerden uyuşturucu alımının kısıtlanması asla gönüllü ve örgütlenmiş bağımlılara engel olmayacaktır;

6. her zaman uyuşturucu kaçakçıları olacaktır;

7. her zaman davranış bozukluğundan, tutkuyla bağımlı durumunda olan kişiler olacaktır;

8. hasta bağımlıların toplum içinde zamanaşımına uğramayacak bir hakları vardır, bu da rahat bırakılma hakkıdır.

Bu her şeyden önce bir vicdan sorunudur. Uyuşturuculara ilişkin yasa, insanların acısına sahip olma hakkını kamu sağlığının zorba-müfettişlerinin eline düşürdü; çağdaş tıbbın kendi görevlerini her bireyin vicdanına zorla kabul ettirmeye çalışması tuhaf bir çaba. Resmi yasanın tüm melemeleri bu vicdan olgusu karşısında etki gücünden yoksundur: şu da bilinmelidir ki, ölümden bile daha fazla acımın efendisiyim ben. Her insan fiziksel acının ya da açıkyüreklilikle katlanabileceği düşünsel boşluğun oranı konusunda yargıç, hatta tek yargıçtır. Bilincin açık olması halinde de, kapalı olması halinde de, hiçbir hastalığın elimden alamayacağı bir bilinç vardır, fiziksel yaşantımı bana duyumsatan bilinçtir bu. Eğer bilincimi yitirdiysem, tıbbın yapacağı tek bir şey vardır, o da bu bilinci yeniden elde etmemi sağlayacak maddeleri bana vermektir.

Fransa Eczacılık Okulu diktatörü beyefendiler,

Sizler huysuz ukalalarsınız: öncelikle göz önünde bulundurmanız gereken bir şey vardı; ruhunu yitirmiş olmanın acısını tatmış olanların ruhsal yaşantıya dahil olmalarını sağlayacak, zamana direnen eşsiz madde afyondur.

Afyonun kesin olarak etki ettiği bir hastalık vardır ve bu hastalığın adı düşünsel, tıbbi, fizyolojik, mantıksal ya da ilaçlara ilişkin biçimiyle, her nasıl isterseniz, içsıkıntısıdır.

içsıkıntısı delirtir.
içsıkıntısı intihar ettirir.
içsıkıntısı lanetler.
içsıkıntısını tıp bilmez.
içsıkıntısını doktorunuz duymamıştır.
içsıkıntısı yaşamı yaralar.
içsıkıntısı yaşamın göbek kordonunu düğümler.


Haktan hukuktan uzak yasanızla benim içsıkıntımı, cehennemin tüm pusula iğneleri kadar ince bir içsıkıntısını en ufak bir güven duymadığım insanların, tıbbi salakların, gübre eczacılarının, adaletsiz yargıçların, doktorların, ebelerin, tıp müfettişlerinin eline bıraktınız.

Bedende ya da ruhta meydana gelen sarsıntılar, insan elinden çıkma hiçbir sismograf yok ki benim acımı tinimin yıldırımlar saçan acısı kadar kesin biçimde hesaplasın.

İnsanların hiçbir rastlantısal bilimi benim kendi varlığıma ilişkin sahip olabileceğim kesin bilgiden daha üstün değildir. Bende olan ne varsa hepsinin tek yargıcı benim. Ambarlarınıza dönün tıbbi kokuşmuşluklar, ve sen de, sayın bay yasamacı koyun, senin saçmalamanın nedeni insan sevgisi değil, bunu gerizekâlılık geleneğinden yapıyorsun. bir insanın ne olduğu konusundaki cehaletin, yalnızca insanı sınırlayarak gösterdiğin aptallıkla eşdeğer tutulabilir. Umarım çıkardığın yasa dönüp dolaşıp babanın, ananın, karının, çocuklarının ve bütün torunlarının başına dert olur. Şimdi yut bakalım yasanı.

Genel güvenlik
-Afyonun ortadan kaldırılması

Sonsuza dek rahat bırakılmamız için uyuşturucunun sözümona tehlikeleriyle ilgili sorunu didik didik etmek istiyorum gizli saklı bir şey bırakmadan. Benim bakış açım toplum karşıtıdır açıkça. Afyona saldırıda yalnızca bir neden vardır. Bu neden, afyon kullanımının toplum bütünlüğünü tehlikeye sokma tehlikesidir.

Oysa bu tehlike yanlıştır.

Ruhta ve bedende çürümüş olarak doğduk, anadan doğma uyumsuzuz; afyonu yok ederek suç işleme gereksinimini, beden ve ruh kanserlerini, umutsuzluğa eğilimi, doğuştan alıklığı, kalıtımsal frengiyi, içgüdülerin ezilgenliğini ortadan kaldırmayacaksınız; herhangi bir zehre, morfin zehrine, okuma zehrine, inziva zehrine, otuzbir zehrine, sürekli düzüşme zehrine, ruhun köksüz zayıflığının zehrine, alkol zehrine, tütün zehrine, toplum karşıtlığı zehrine güdümlü ruhların varolmasını engellemeyeceksiniz. Toplumun geri kalanı için iyileşmez ve yitik ruhlar vardır.

Onların çıldırmalarına yol açan bir yolu ortadan kaldırın, on bin tane başka yol yaratacaklardır. Daha etkili, daha şiddetli yollar, kesinlikle umutsuz yollar bulacaklardır. Doğanın kendisi de ruhen toplum karşıtıdır, yalnızca örgütlenmiş toplumsal birlik, güçlerin zorbalığıyla insanoğlunun doğal eğilimine karşı hareket eder.
Bırakalım yitikler yitsinler, olanaksız, üstelik gereksiz, çekilmez ve zararlı bir yenilemeyle uğraşmaktan daha iyi değerlendirebiliriz zamanımızı.

İnsan umutsuzluğunun nedenlerinden hiçbirini ortadan kaldırmadığımız sürece, insanın kendisini umutsuzluktan kurtarmak için kullandığı yolları yok etmeye hakkımız olmayacaktır. Çünkü öncelikle bu doğal ve saklı itkiyi, insanın kendisini bir yol bulmaya iten, hastalıklarından kurtulmanın yollarını arama fikrini ona kazandıran bu yanıltıcı eğilimini ortadan kaldırmak gerekirdi.

Ayrıca, yitikler doğaları gereği yitiktirler, hiçbir ahlaksal yenilenme düşüncesi bunu değiştiremez, yaratılıştan bir gereklilik söz konusudur, intiharın, suçun, aptallığın, deliliğin tartışılmaz bir onulmazlığı söz konusudur; insanın başa çıkamayacağı bir ihanet söz konusudur, bir karakter ezilgenliği söz konusudur, tinin iğdiş edilmesi söz konusudur.

Söz yitimi varlığını sürdürür, omur iliği hastalıkları, frengili menenjit, hırsızlık, zorbalık varlığını sürdürür.
cehennem şimdiden bu dünyanın ve zavallı cehennem kaçkını insanların içindedir, kaçışlarına bitimsizce yeniden başlamaya güdümlü kaçkınların içinde. Bu konuda bu kadar yeter.

İnsan sefildir, ruh zayıftır, her zaman yolunu kaybedecek insanlar vardır. yollarını nasıl kaybettikleri önemli değildir; bu toplumu ilgilendirmez.

Yenilemenin bu konuda hiçbir şey yapamayacağını açık açık gösterdik, öyle değil mi, zaman kaybeder, dolayısıyla artık aptallığını derinleştirmede diretmeyeceğini gösterdik.
Sonuç olarak zararlıdır.
Gerçeğe doğrudan bakmaya cesareti olanlar tarafından, amerika birleşik devletleri’nde alkolün yasaklanmasının sonuçları bilinir, öyle değil mi?

Deliliğin bir üst-üretimi: eter rejiminde bira, el altından satılan kokainle dolu alkol, katlanan esriklik, bir tür genel esriklik. kısaca, yasak meyve yasası.
Afyon için de aynı şey geçerli.
Uyuşturucuya duyulan merakı arttıran yasak bugüne dek tıbbın, gazetelerin, edebiyatın pezevenklerine yaradı yalnızca. Uyuşturucu lanetlilerinin oluşturduğu savunmasız ve aşağı mezhebe karşı (savunmasızlar çünkü aşağı sınıftan onlar ve çünkü her zaman bir istisna söz konusu), o tin, ruh, hastalık lanetlilerine gösterdikleri sözümona kızgınlık üstünden kendilerine ustalıkla boktan ünler sağlamış insanlar var.

Ah onların ahlaksal göbek kordonları nasıl da iyi düğümlenmiştir. Analarından doğduktan sonra, hiç günah işlememişlerdir, öyle değil mi? Onlar havaridirler, yol göstericilerin soyundan gelirler; sadece öfkelerini nereye harcadıklarını, özellikle bunun için ne kadar para aldıklarını ve her şekilde bunun onlara neler sağladığını sorabilir insan kendine. öte yandan asıl sorun bu değildir.
Gerçekte, zehirlere karşı gösterilen bu aşırı öfke ve birbirini izleyen aptal yasalar:

1. zehir ihtiyacına karşı etkisizdirler, bu ihtiyaç giderilse de giderilmese de ruhta doğuştan varolur ve ruhu kesin biçimde toplum karşıtı hareketlere sürükler, hatta zehir varolmasa bile.

2. toplumun zehir ihtiyacını arttırır, ve onu gizlenen bir kötülüğe dönüştürür.

3. gerçek hastalığa zarar verir, çünkü asıl sorun, hayati düğüm, tehlikeli nokta buradadır:
tıp için ne yazık ki hastalık varlığını sürdürmektedir.

Bağımlılara karşı olan tüm yasalar, tüm kısıtlamalar, tüm kampanyalar, toplumsal durum içinde zaman aşımına uğramayacak haklara sahip, insanlık acısının yarattığı bütün yoksunların elinden hastalıklarının ilacını, onlar için ekmekten de değerli olan bir besini, sonuç olarak yaşama yeniden dahil olmalarını sağlayacak aracı almaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır.
Morfin yerine veba, diye uluyor resmi tıp, yaşam yerine cehennem. hastaların hastalıkları içinde yatırılıp bekletilmeleri gerektiğini ileri sürecek j.-p. liausu (kendisi ayrıca cahil bir cücedir) türünden gerizekalılar vardır yalnızca.
Bir yandan da bu mühim kişinin tüm ukalalığı burada kendini gösterir ve bütünüyle serbest davranır: genel iyilik adına, diye ileri sürer.

İntihar edin umutsuzlar, ve siz, bedenen ve ruhen işkenceye uğramış olanlar, bütün umudunuzu yitirin. bu dünyada sizi rahatlatacak bir şey yok artık. dünya sizin ölü kemiklerinizle yaşıyor.
Size gelince, açık bilinçli, tabesli, kanserli, kronik menenjitli deliler, siz anlaşılmadınız. sizde öyle bir nokta var ki hiçbir doktor asla onu kavramayacak ve bana göre o nokta sizi kurtarıyor, sizi yüce, arı, mükemmel kılıyor: siz yaşamın dışındasınız, yaşamın üstündesiniz, sıradan insanın tanımadığı hastalıklarınız var, ortalama düzeyi aşıyorsunuz ve bu yüzden insanlar size diş biliyor, onların rahatlarını zehirliyorsunuz, onların düzenlerini altüst ediyorsunuz. Özünde bilinen hiçbir duruma uyum sağlayamamanızın yattığı, sözcüklerle anlatılamayacak, önüne geçilmez acılarınız var.

Tekrarlanan ve sabit durmayan acılarınız var, çözünmez acılar, düşüncenin dışında kalan acılar, ne bedenden ne de ruhtan kaynaklanan, ama ikisinden birden doğan acılar. Ben de hastalıklarınızı paylaşıyorum ve soruyorum sizlere: kim yatıştırıcının miktarını belirlemeye cüret edebilir? Hangi üst düzey aydınlık adına? Ruhlar bizim, biz bilginin ve aydınlığın kendisinin kökünde duruyoruz.

Bunu da ayak dirememize, acı çekmekte diretmemize borçluyuz. Acı bizlere tutunacağımız huzur dolu bir yerin arayışıyla, ötekilerin iyilik içinde aradıkları düzenin kötülük içindeki arayışıyla, ruhumuz içinde yolculuklar yaptırıyor. Biz deli değiliz, biz harika hekimleriz, ruhun, duyarlılığın, özün, düşüncenin dozajını biliyoruz. Rahat bırakılmamız gerekiyor, hastaların rahat bırakılmaları gerek, insanlardan hiçbir şey istemiyoruz, onlardan yalnızca hastalığımıza iyi gelen şeyleri istiyoruz. Biz yaşamımızı gayet iyi hesapladık, yaşamımızın ötekiler karşısında, özellikle de kendimize karşı kısıtlamalar getirdiğini biliyoruz.

Hastalığımızın bize her gün zorunlu kıldığı kabul edilmiş ölgünlüğün, kendimizden el etek çekmenin, incelikler konusunda felce uğramanın ne demek olduğunu biliyoruz. Hemen intihar etmeyeceğiz. Bizi rahat bırakmanızı bekliyoruz...

1 Ocak 1925"

Antonin Artaud

10 Şubat 2011 Perşembe

d ü z e n l i s e k s y a p a n ı r m a k l a r k a b i l e s i

Canın sıkılıyorsa bana bir makale yaz, orospuların amorti organlarını anlatan; sonra biraz eroin vururuz şehrin en ciddi arterlerinde; gelip geçen arabaların ön ve arka camlarına taş atarız; yan camlardan genellikle çünkü çocuklar bakar ıslak ıslak. Sen bakarsın ıslak ıslak. Sinyalizasyonun en muhteşem rengi gözkapaklarına vurur, dudaklarının çatal arasına vurur, kaşlarının kalkık isyanına vurur; ben sana vururum, sen bana vurursun, birbirimizi önce döveriz, sonra birbirimizi öpe öpe bağışlatırız birbirimize birbirimizi. Ben bir'i seviyorum, sen iki'yi; bak, eşitiz. Ah, tabii, buradan uzakdoğu görünüyor; ben bunu ciddiye almamıştım. Buradan Irak, buradan Amerika'nın Çin'i istila düşleri görünüyor; ben bunu Nâzım'a yazmıştım, Paz'a yazmıştım, bir tek Kafka cevaplamıştı. Ama Kafka'ya tek satır yollamamıştım, o hissetmiş, hemen tepki vermiş. Sait'i benim için öp, demiş. Sait öldü. Sait ile Faik, aslında ikizdiler; Sait, hep hırpalardı Faik'i; ona nankör derdi. Sen balık, yiyorsun. Balık yenmez, balık yüzer derdi. Sosyalizm yenmez, sosyalizm yaşanır derdi.
Canın sıkılıyorsa bana bir deneme yaz, eşcinsellerin kaç deliği olduğunu tez haline getiren. Chat'teki faşistleri yaz, aldatan, buluşan, döven. Bana uzak bir şehirden gelen delikanlının gözlerindeki o endişe dolu aşkı anlat. Onun dudaklarındaki sırf mavi haritaları anlat. Citygide'ları anlat onun titrek parmak uçlarında biriken. Sevdiği kızı anlat. Ben seni dinliyorum. Mersiye ol bana. Mersiyeye sıkışan tahakküm sınırını anlat. Naziredeki esrar kompleksini, ele geçirilen uyuşturucunun piyasa değerindeki düşüşü, ırzımdaki asker kökenli, gelenekçi, ahlaksız şairleri anlat. Canın sıkılıyorsa, bana beni anlat. Ben dinliyorum. Ben sende tatildeyim. Ben sende bir şezlong problemiyim, hususi vasıtayım, kısa menzilli sevdayım, klorofilim, pikrik asidim, oyum işte; ne diyorsan oyum, oyuğum.
Ben iki'yi seviyorum, sen bir'i; bak, eşitiz. Bir imla kılavuzu duruyor sereserpe vücudunda: Bütün kelimelerin doğru, bütün işlemlerin tamam. Sağlaması yapılmış bir çarpım gibiyiz sevişmelerden sonra: İkimizden biri sıfır olsa, diğeri ise istediği büyüklükte bir sayı; farketmeyecek sonuç = sıfır. Bunun endişesiyle sevişiyoruz hep. Ya yataktan sıfır çıkarsa diye.
Canın sıkılıyorsa bana bir masal yaz; kim bilir belki sen de zengin olur, şatolarda yaşarsın cücelerinle. Oysa onlar cüce değil, senin boyun uzun. Senin boynun uzun, ellerin uzun, öpüşün uzun. Geceleri, büyük bir melankoliyle camdan dışarıya, yağan yağmurun altındaki far ışıklarına bakışın, o bakışın uzun. Üzülme beni bırakıyorsun diye; biraz vakit geçirdin kısaca, oyalandın işte; insanoğlu, oyalandıkça büyür. Geçip giden hiçbir şey gaflet sayılmamalı, zaman dahil. Zamanın aklî dengesini bozan trajik sevgililer olacağımıza aynı hastalığın iki farklı belirtisi gibi yaşarız başkalarının vücudunda. Daha çok çiçek açarsın, salacak daha çok kokun var zulanda. Şüphesiz, eklenmeye gelmedin ya dünyada birine, birilerine - start hakemin de yok parmağının kasıldığı tetikte. Korkmuyorsun da: Ya namludan sıfır çıkarsa diye. Ben seni dinliyorum. Sen bana olur olmaz, sevdiğin kişinin kamera arkasını anlat. Çekim hatalarını. Onu ilk ilhak edişini. İşgale koşan istila güçlerinin salyalarını, irileşen gözbebeklerini, bir yengecin atak yaptığı sırada, aslında yana ilerlemesinin hayvanda yarattığı depresyonu, kumsaldaki diğer deniz yaratıklarının bunu alay konusu yapmasını, bu salaklığın nesilden nesile aktarılmasını, o yengecin bana benzediğini, benim o yengece benzediğimi, benzeşen şeylerin sıfıra karşılık geldiğini, evet, hep bunları anlat. Ben seni dinliyorum. Konuşur gibi yazarlar ya, konuşur gibi dinliyorum seni. Konuşur gibi sustuğuma da bakma; kendisiyle oyalanılan bütün nesneler kadar gizli özneye has gizli bir özgüven bu. Çember ile daire'nin arasındaki fark kadar, yani bir alan sahipliği meselesi. Gurur meselesi. Ur meselesi.
Tahtından indirilip boynu vurulmaya götürülen çocuk padişahlar, "Eve mi gidiyoruz, oyun bitti mi?!" diye sormuşlar mıdır?! Kaç çocuk sevgilinin boynunu vurdun sen?!
Ayağı kırıldığı için öldürülmesi gereken atlar, "Ben yalnızca bir ayakmışım yalnızca!" diye söylenmişler midir kendi kendilerine?! "Ve nal, hani uğur getirirdi?!" Ayağı kırılan kaç sevgiline silah çektin?!
Kaç filme yarısında girdin, kaç filmin yarısında çıktın; kaç aşka sürpriz başlangıç yaptın, kaç aşkın ortasında bir 'game over' hissi kapladı içini?!
Canın sıkılıyorsa müzik setine en vahşi parçayı koy ve doktorunu ara:
"Her gece rüyasında
boynu kırılarak ölmüş birini gördüğünü söylerdi
ilk sevgilim.
İkimiz de henüz altı yaşındaydık ve ben
ne zaman çukulata yesem
altımı ıslatıyordum kahverengi ve sütlü.
Annem, "Bu çocuk gerizekâlı" diyordu
babama, babam ise televizyondan ayırmadan bakışlarını
"İyi!" diye mırıldanıyordu ağzının içinde
ağzının içindeki patlamış mısırlarla birlikte çiğneyerek kelimeleri
"Şair olur belki ilerde!"
Aleni tahrik unsuru. 'Modern zamanların şartlarına aşina bir yaradılış kabiliyeti' besbelli. İlk sevgilimle kibrit kutusunun içinde beslediğimiz ilkel tanrı kıvamında bir toz örümceğimiz vardı. Besliyorduk, ama ne ile beslendiğini bilmeden hayvanın. Bir keresinde sevgilim -ki ilkti, "Bu bizim kızımız!" dedi, "Çiftleşmeden hallettiğimiz kızımız! Büyüyünce itfaiyeci olsun istiyorum!" "Salak!" diye çıkışmıştım ona, "Örümcekten itfaiyeci olmaz! O ilkel bir tanrı, amip gibi yani, tek hücreli bir ilah! Çekirdeği küçücük!" "Küçük çekirdekli! Küçük çekirdekli!" diye alay etti benimle. Aleni tahrik unsuru. İlk sevgilim, evlerinde çıkan bir yangında öldü. Toz örümceğinin yaşadığı kibritle oynarken.. Henüz altı yaşındaydı ve altı santim bile yoktu boyu. Ama altı gram kadardı beyni, eminim. Altı gram kadardı büyük büyük babalarının toplam ağırlığı. Annem, bağıra bağıra ağlayarak helva pişirdi bütün gün. Sonra bütün gece bir tencere helvayı yedi babam, televizyon haberlerinde yangından söz edilmemesine içerleyerek.

İlk sevgilimin üstünden bayağ' sevgili geçti Ve ben artık altı yaşında da değilim Annemi ve babamı gömeli çok zaman oluyor En az üç cumhurbaşkanı ve iki rejim değiştirdik Kilometrelerce kumaş harcandı yeni yeni yeni tasarlanan bayraklarda Tüm Ortadoğu'yu kapsayan bir club açtı Amerika adı gala geceleri kırmızı halı serilse tüm evrene, ne halıdan ne benim aklımdan geçer."

Canın sıkılıyorsa bunları düşün bir ara; koy karşına sıfır'ı ve ona istikrarlı yaşanmış bir hayattan, alıntılanmış yarım mısralar ısmarla. Canın sıkılıyorsa...

Küçük İskender

Otomatik Portakal

"Domatesin üstünde dörtnala koşan bir atı hayal edemeyen kişi gerizekalıdır..."
Andre Breton 


Doğru yere geldiğimden emin olmak için kapının üstündeki yazıyı bir kaç kez okuyorum:
"Av. Kenan Devren"
Sabah arayan adamın telefonda verdiği adres burası. Bembeyaz boyanmış, küf kokulu bir apartmanın dördüncü katı.
Zile basıyorum. Ses gelmiyor önce, zaten bahane arıyorum vazgeçmek için. Kimse olmadığına göre evime gidebilirim...
Döner dönmez kapı arkamdan açılıyor.
-Ooo hoşgeldin doktor.
Takım elbiseli, pala bıyıklı adam gülümseyerek içeri alıyor beni.
-Nerede kaldın yahu?
Adresi bulamadım diye yalan söylüyorum içeri geçerken. Burası eski bir apartman dairesi.
Hemen solumuzda genişçe bir oda var. İçerisi ameliyathane gibi dizayn edilmiş.
Al işte, dakka bir gol bir.
Sokağa bakan tek oda ve girişteki büyük oda dışında bütün odalar boş ve kapıları sökülmüş.
Pencereden dışarıda kar yağdığını görüyorum.
Üzerinde "devlet malzeme ofisi" yazan koyu renkli ahşap masanın önünde iki tane plastik sandalye var.
-Geç şöyle, rahatına bak diyor.
Sandalyelerden birinin bir bacağı kırık. Sağlam olana oturup söze başlamasını bekliyorum.
-Telefonda uzun uzun konuşamadık. Ne iş yapıyorsun doktor?
-Hastabakıcıyım.
-Güzeeel.
güzel olan ne diye sormuyorum. O kadar ürkütücü bir atmosfer var ki söylediği her şeyi kabul edebilirim
-Yalnız mı yaşıyorsun?
-Evet..
-Olayı gördün değil mi?
-Evet.
Konuşurken gözüm sürekli adamın bıyığına takılıyor.
-Yani adamın portakal sıkarken aniden cinnet geçirdiğini mi söylüyorsun?
-Evet.
Susuyor. Düşünceli düşünceli bana bakarken ceketinin iç cebinden çıkardığı Samsun paketinden bir dal çekip paketi masanın üzerine atıyor.
Pencereden yağan karı izliyorum. Adamın arkasındaki giysi dolabından tıkırtılar geldiğini sanıp kafamı o tarafa çevirince dikkatimi tekrar kendinde toplamak için öksürüyor.
-Adamı önceden tanıyor muydun?
-Hayır. Arada görürüm sadece.
-Peki görsen tanır mısın?
-Evet 
-Şimdi bana altı yaşında bir çocuğa anlatır gibi anlatmanı istiyorum, nasıl oldu olay?
-Akşam işten çıktım, evime doğru gidiyordum. Eve yaklaşınca her zamanki gibi pembe apartmanın zemin katına çevirdim kafamı. Güneşlikleri yoktur, ya da var da örtmezler, akşamları içerisi görünür. Televizyon açıktı. Kabarık saçlı adam her zamanki gibi portakal sıkıyordu. Tam pencerenin önünden geçerken adamın elindeki yarım portakalı bırakıp portakal kestiği bıçakla karısının üstüne yürüdüğünü gördüm. Karısı sobanın üstündeki askıya çorap asıyordu. Arkasından yaklaştı ve kafasından yakalayıp aniden boğazını kesti.
-Neye benziyordu adam?
-Ayıya. Geniş bir burnu vardı, kocaman kabarık saçları vardı. Esmerdi ve beyaz bir atlet giymişti.
-Hmm. Anlatmaya devam et lütfen.
Bunları söylerken bıyıkları alev almadan sigarasını bitirmeyi başarıyor ve yere atıp ayakkabısının ucuyla ağır ağır eziyor.
-Kanepedeki çocukların çığlık attıklarını görüyordum. Donup kalmıştım. Adam beni de görecek diye korkup kaçtım. Sonrası malum...
-Evet, adam karısıyla birlikte iki çocuğunu da kesip ortadan kaybolmuş.
-Karakolda ifademi verdim, bu arada siz kimin için çalışıyorsunuz?
-Biliyorum, size o ifadeden ulaştım zaten. Boşver şimdi bunları. Elimizde tarifine uygun bir adam var. Komşuların verdiği eşgalden yakaladık adamı. Polisin haberi yok henüz.
Tek görgü tanığı olarak önce seninle yüzleştirmek istedim...
Konuşurken arada sırada saatine bakıyor. Birini bekliyor sanki.
-Yüzleşmek mi?
-Sakıncası mı var?
-Yoo, yok tabii.
Ayağa kalkıp giysi dolabına doğru yürüyor. N'olur tahmin ettiğim şey olmasın... Evet, aynen öyle. Adam dolabın kapağını açınca elleri ayakları sımsıkı bağlanmış, ağzı sargılı zenci bir adam yere yuvarlanıyor. Soğuk soğuk terliyorum. Adamın koluna girip ayağa kalkmasına
yardımcı oluyor.
-Bu muydu?
Yanıma kadar sokulup burnundan aşağısını kapatan bezi çözünce Jimi Hendrix'le burun buruna geliyorum.
Hayır, hayal falan görmüyorum. Basbayağı Jimi Hendrix bu.
Tekrarlıyor:
-Bu muydu?
-Bu, bu jimi hendrix.
O da rahatlamış olacak ki gülümsüyor.
-Sigara...Sigaranız var mı?
Değil Türkçe, Sanskrit  bile konuşsa bu haldeyken sigara istediğine göre Jimi Hendrix'ten başkası olamaz.
Avukat masadaki samsun paketinden bir tane çıkarıp yakıyor, peşinden bir tane daha yakıp ilkini Jimi'nin ağzına sokuyor.
Bana da teklif ediyor, almıyorum. Belki buraya kadar yaşanan her şeyin rüya olduğunu kabul edebilirim ama açıkta kalmış hiç bir göt, Samsun 216 içen Jimi Hendrix gösterecek kuvvette değildir.
-Hayır bu değildi diyorum.
Bu muydu yoksa? Kendim de emin olamıyorum.
-Verdiğiniz tarife uyuyor ama.
-Evet. Evet ama bu tarife uyan milyonlarca zenci bulabilirsiniz.
-Ben zenci değilim, diyor Jimi.
-Sen konuşma.
Avukat azarlayınca derin bir nefes daha çekiyor sigarasından.
-Biz konuşturmaya çalıştık ama inkar etti, eğer eminsen o olduğuna
polise teslim edeceğiz.
Hayatımın en büyük kararlarından birini vermek üzere olduğumu hissediyorum. Ya azılı bir katili sokağa salacağım ya da Jimi Hendrix'i hapse tıkacağım...
Tekrar bakıyorum yüzüne. O olduğuna yemin edebilirim. Alaycı gülümsemesi, alnındaki yara izleri, sigarası.
-Evet buydu.
-Teşekkür ederim, Adem bey. Birazdan arkadaşlarım onu götürecek. Seni de yorduk dinlen biraz.
Ayağı kırık sandalyeyi gösteriyor oturmam için. Bayılacağımı hissediyorum.
-Kenan bey... Ben gitsem artık?
-Olur mu öyle şey? Oturun lütfen. karakola giderken biz de yanında olmalıyız.
Sağlam sandalyeye oturuyorum. Avukat kendi koltuğunda, ben sandalyemde ve Jimi ayakta hep birlikte polislerin gelmesini bekliyoruz.
Sonunda zil çalıyor. Avukat acele etmeden kalkıp ağır adımlarla kapıya yöneliyor. Delikten dışarıdakini izliyor. Bir kaç saniye sonra kapıyı açıyor
-Ooo hoşgeldin doktor.
Deri ceketli adamı içeri alırken gülümsüyor.
-Nerede kaldın yahu?
Jimi'yle birbirimize bakıyoruz. Göz kırpıyor bana. O kadar rahat ki bağlı olan benmişim hissine kapılıyorum.
Doktor dediği adam konuşmaya başlıyor:
-Bunlar mı?
-Evet.
-Şu portakal hikayesi değil mi?
-Evet.
-Güzeeel.
-Önce hangisinden başlayacağız?
-Zenci olandan başlayalım bence.
-Ben zenci değilim, diye lafa karışıyor Jimi.
-Peki, sen bunu içeri al ben de geliyorum.
Avukat Jimi'nin koluna giriyor ve içerideki odaya yürümeye başlıyorlar.
Doktor gülümseyerek yanıma yaklaşıyor, cebinden bir şırınga bir de tüp çıkarıp içindeki sıvıyı şırıngaya çekiyor.
Kaçmak istiyorum ama bacaklarımın hakimiyeti bende değil.
“Acımayacak” demesini bekliyorum, hiçbir şey söylemiyor.
İğneyi boğazıma sokup bastırıyor. Gözlerim kararırken son hatırladığım sırıtan doktorun sarı dişleri oluyor...

5 Şubat 2011 Cumartesi

Hüzünlü Piç


İşler iyi de gitse kötü de gitse her zaman yanımda olan biri var. Beraber büyüdük onunla. Aynı okullara gittik. Aynı teneffüsleri bekledik. El ele tutuştuk karşıdan karşıya geçerken. Hâlâ birbirimizi kollarız yaya geçitlerinde. Sabah kalkarım başımda bekler. Yüzünde sanki başka bir dünyadan gelmiş gibi duran acayip tebessümüyle. Bence hiç çıkma o yataktan der, dışarıda berbat bir hava var. Pazardan dönen sinirli teyzeler var. Havada uçuşan serseri kurşunlar var. Ayrıca bütün şoförler yerli yersiz kornaya basıyor.

Arkadaşlarla otururken gelir bazen. Bir parça uzakta durur. Benden başka seveni yok çünkü. Biz güldükçe kollarını kavuşturup küskün bakar. Büyük bir bilmişlikle de vardır o bakışlarında. Yine bana kalacaksın nasılsa der gibi başını sallar.

Kuyrukta beklerken muhabbet ederiz genellikle. Kuyrukta beklemekten zevk alan tek insan diyebilirim. En son Üsküdar’da iki kilometrelik bir iftar çadırı kuyruğunda gördüm onu. Oruç tutmamasına rağmen.

Kaleciye geri pasın serbest olduğu zamanlardan beri maça gidiyoruz beraber. Gelme, uğursuzsun diyorum, gene de geliyor. Kaç sefer yakaladım gol yediğimizde çaktırmadan sevindiğini. Takım tutmuyorum diyor ama biliyorum kimle oynasak onları tutuyor. Felaketlerden zevk alan bir mizacın mı var diye sormuştum bir seferinde. Gerçeklere tahammül edebilecek gücüm var demişti.

Onunla ortak bir şeyler yapmanın da imkânı yok. Ben film seyretmek istiyorum o eski fotoğraflara bakmak istiyor. Sürekli eski günlükleri karıştırıyor. Tam bir şimdiki zaman düşmanı. On beş dakika öncesini bile özlüyor.

Omzumun üstünden bakıyor yazarken. Dudak büküyor. Berbat bir yazarsın diyor. Neden diyorum. Maziye saygın yok diyor. İstikbalden haberin yok. Ayrıca üslubun berbat. On beş yaşında bir kızın anlayabileceği kadar bayağısın. Hiç Proust okumadın mı Allah aşkına? Ya ciddi bir şeyler yaz artık ya da bırak bu işleri bir kuruyemişçi açalım.

Ne zaman berbat bir birahanenin önünden geçsek koluma giriyor, gel şurada oturalım diye ısrar ediyor. İstemiyorum, işim gücüm var diyorum ama dinlemiyor, kolumdan çekiyor. Paldır küldür giriyoruz içeri, iki bira söylüyorum mecburen. Ben içmeyeyim sağ ol diyor. İçmeyeceksen niye getirdin beni buraya diyorum. Lütfen garsonun önünde tartışmayalım diyor. Kafayı bulunca cep telefonumu elimden alıyor, kimseyi arama böyle güzel diyor. Nefret ediyorum yalnız ve sarhoş olmaktan. Hiç kimse yalnızken tam anlamıyla sarhoş olamaz, şahit gerekir sarhoşluk için. O zaman gel onu arayalım diyor. Benim hiç gururum yok mu, nasıl istersin böyle bir şeyi benden diyorum. Seni sevmeyen birini sarhoşken arayamazsın. Seni sevmeyen birini gece yarısından sonra arayamazsın. Seni sevmeyen birini öğleden sonra bile arayamazsın. Belki akşamüstü mesaj çekersin. Olsun yine de arayalım diye tutturuyor. Olmaz diyorum. Herkesin içinde çocuk gibi ağlamaya başlıyor. Ağzını kapatıyorum. Elimi ısırıyor. Şişeyle vuruyorum kafasına o zaman. Küsüp gidiyor. Birkaç gün gözükmüyor ortalıkta. Sonra ansızın çıkıp geliyor yine, hiçbir şey olmamış gibi sarılıyoruz.

Neredeydin diyorum nasılsın iyi misin? Seni özledim diyor. Kalbini kırdıysam özür dilerim kardeşim diyorum. Önemli değil diyor, zaten kalbini İkea’dan almış, söküp takabiliyormuş. Ayrıca yalanlara inanmaya ihtiyacı varmış. Bütün çaresiz insanlar gibi. Bütün hasta yakınları gibi. Dağılan bir okul gibi.

Hüzünlü piç diyorum ona ismini bilmediğimden. O da bana acemi piç diyor. Yok dünyadan haberin. Bir fabrika paydos ederken ortalığa çöken hüznü bilmiyorsun. Bilmiyorsun suya bırakılmış kâğıttan kayıkların gerçek anlamını. Rüzgârda uçuşan torbaları. Moloz dökülmüş arsaları. Bu hızla ölmeye devam edersek bütün dünya mezarlık olacak. Ama sen hâlâ ölümü kişisel bir şey olarak algılıyorsun. Herkes uzmanı olduğu konunun zalimi olmuş. Ben de mi diye soruyorum. Sen de diyor. Ama üzülme. Hiçbir şey bırakmayacağız arkamızda. Çekip giderken sırtımıza saplanacak bir çift göz olmayacak. Enkazımızı toplayıp öyle gideceğiz. Asgari centilmenlik toz olmayı bilmeyi gerektirir.

Acılarımız da birbirine benziyor artık. Birbirine benzeyen parmaklar gibi ama. Her birinin eşsiz bir izi var. Bazen gözlerim doluyor karanlıkta. Ama fısır fısır konuşmaya başlıyor yine kulağımın dibinde, hiç susmuyor, ağlamama asla müsaade etmiyor. Her şey affedildi diyor, hiç ayrılmayacağız diyor. Keşke kadın olsaydın diyorum öyle konuştuğunu duyunca. Bu kış çok kar yağar belki beraber kayboluruz diyor o da bana. Söylediği her şeye inanıyorum o zaman. Gözlerimi kapatıyorum her yer bembeyaz oluyor. Yine el ele tutuşuyoruz iki çocuk gibi. Sessizce söz veriyoruz birbirimize. Sessizce verilen sözlere kim inanmaz.
Emrah Serbes

4 Şubat 2011 Cuma

Hissiyat?


"İnsanlar roman yazabilir, senfoni de besteleyebilir. Ama asıl önemli olan bir film çekebilmektir.

20. yüzyıl sanatının en büyük yanlışlarından birinin ne pahasına olursa olsun özgün olma çabası olduğunu düşünüyorum.

Bir şeyin hakikati bazen onun fikriyatında değil, tam da hissiyatındadır.

Okulda bulunduğum süre boyunca hiçbir şey öğrenmedim ve 19 yaşıma kadar kendi isteğimle bir kitap okumadım.

Eğer Leonardo, Mona Lisa tablosunun altına şöyle yazsaydı ona nasıl değer verebilirdik: “Hanımefendi gülümsüyor çünkü sevgilisinden sakladığı bir sır var.” Bu izleyiciyi gerçeğe zincirlerdi ve ben bunun 2001’e [Space Odyssey] olmasını istemiyorum.

Belki saçma gelecek ama genç yönetmenlere önereceğim şey ellerine bir kamera ve film alıp herhangi bir konuda film çekmeleridir.

Her hüzünlü hikaye, gerçek hayattaki olaylarla çelişki içinde olmalıdır.

Birçok insanın normal görünmek için gerçek olmayan bir dizi pozlar verdiği, bir tür gri hiçliği kabul ettiği bu dünyada, suçlu ve asker en azından bir şeye karşı ya da bir şeye taraf olma meziyetini gösteriyor. Kimin daha fazla fesatla uğraştığını söylemek zor; Suçlu mu, asker mi, biz mi?

Beni LSD karşıtı yapan şeylerden biri de, LSD kullandığını bildiğim kişilerin hepsinin gerçekten ilginç ve insanı harekete geçiren şeyler ile uyuşturucunun sebep olduğu mutluluk arasındaki farkı ayırt edemeyecek kadar aciz olmasıdır. Tamamen yeteneklerini kaybetmiş ve hayatın insanı en çok mutlu eden yanlarıyla bağlarını kesmiş gibi görünüyorlar.

Belki de herşey güzel olduğunda, hiçbir şey güzel değildir?

"

Stanley Kubrick